Biraz hava almak için dışarı çıktım.
Parkta oynayan çocukları seyretmek için takılıyordum ki gözüme bir şey çarptı.
6-7 yaşlarında bir çocuk kaydırağın tepesinde babasına seslendi.
Kaymak için babasının bakmasını bekliyordu belli ki.
Ama babası elindeki telefona gömüldüğü için duymadı.
Yaklaşık on kere seslendikten sonra arkada sıra oluşunca morali bozulmuş bir şekilde somurtarak kaymak zorunda kaldı.
Aşağı indikten sonraki o moral bozukluğunu görünce içim parçalandı.
Koşup sarılmak istedim çocuğa.
Eminim babası görse onun da içi parçalanırdı.
Şu telefonlara gömülerek o kadar çok şey kaçırıyoruz ki.
Sadece bir kere yaşayabileceğimiz anları kaçırıyoruz.
O çocuk o yaşında sadece 1 kere olacak.
O hisleri sadece 1 kere tadacak.
O kaydıraktan belki bin kere daha kayacak ama hiçbiri o anki gibi olmayacak.
Çocuğu o an dünyanın en mutlu canlısı yapacak şey babasının tebessüm ederek bakması, aşağı indiğinde de kucaklayıp öpmesi belki de.
Babasına seslendiğinde bakılmayan, o ihtiyacı karşılanmayan çocuk ne yapacak?
Elbetteki seslendiği zaman ona bakanların, hatta onun seslenmesine gerek kalmadan ona seslenenlerin yanında o ihtiyacını tatmin edecek.
Ergenlikte babasına asi gelip sözünü dinlemediğinde de babası “Bu çocuk neden böyle oldu bilmem ki” diye hayıflanacak.
Belki de zamanın ve çevrenin çok kötü olduğundan, çocukları zapt etmenin çok zor olduğundan şikayet edecek.
Halbuki çocuğu kaydıraktan kayarken telefon zevkinden feragat edince neler değişecek bir bilse…
Galiba bütün işlerimizdeki esas sorunumuz da bu.
Küçük zevklerimizden bile feragat etmediğimiz halde sonucun mükemmel olmasını bekliyoruz.
Doğal olarak başarısızlık olunca da şaşkın şaşkın “neden böyle oldu bilmem ki” diye kendi kendimize soruyoruz.
Çok matah bir şeymiş gibi “ânı yaşa” diye kampanyalar yapsalar da gelecek bugününden feragat edenlerin olacak.
Erdem Sezer