İnsan ruhuna en ağır gelen iki yük vardır.
Biri, karşısındakine ‘değer’ vermek.
Diğeri de karşısındakinden ‘özür’ dilemek…
Oysa bu yüklerden kurtulabilmek için büyük bir çaba sarf etmenize, kucak dolusu paralar harcamanıza, büyük özveriler göstermenize asla gerek yoktur.
Bu kadar basit bir işlem için ‘irade’ ortaya koyamadığımızdan dolayıdır ki bugün sokakta, çarşıda, pazarda, otobüste karşılaştığımız neredeyse tüm insanların yüzü gülmüyor…
Hep birlikte tebessüm etmeyi bile unutmuşuz…
İnsanlar birbirlerinin gözünün içine bakmıyor. Hatta bazen alışverişlerde tezgahtar bile… Bazı esnaflar bile… Herkes gözlerini birbirinden kaçırıyor.
Kibrit kutusu kadar asansörde karşılaşan, otobüste burun buruna gelen iki insan birbiriyle selamlaşmıyor. Birbirlerine “merhaba” diyemiyor…
Yıllardır aynı apartmanın aynı merdivenlerinden, birbirine sürtünerek inip çıkan komşular birbirini tanımaz halde olabiliyor. Üstelik de, adına iletişim çağı denilen bir devirde…
Bugünün toplumsal tarihini, sosyal psikolojisini yazacak yarınki uzmanların, tarihçilerin Allah şimdiden yardımcısı olsun…
En kötüsü de nedir bilir misiniz…
Biz sadece başkalarına karşı bu halde değiliz ki.
Bu işin çok dramatik bir “arka planı” vardır. Orada, yani aile içi ilişkilerimizin de “aynı” olduğu için toplum olarak bu durumdayız.
Eş eşe bazen, marketteki kasa görevlisine tebessüm ettiği kadar bile evde tebessüm etmiyor… Eşler birbirini küçümseyebiliyor, birbirlerine hakaret edebiliyor.
Çocuk dediğiniz, zaten bu arada unutuluyor.
Her türlü ruhsal, fiziksel baskının uygulandığı evlerde yaşayan insanlar, oralarda yetişen çocuklar okulla birlikte artık, insan ilişkilerinin sımsıcak atmosferiyle tanışmak istemektedir. Çocuklar ise, içlerinde özledikleri “olumlu ilişkiler” fotoğrafını öğretmeninde, diğer büyüklerinde olsun görmek istiyorlar.
Biz;
Yedi yaşındaki çocukların ‘efendi’ çağında oldukları konusunda ısrar ederken, evlerden yükselen on beş yaşındaki çocukların feryadı bizi adeta kahrediyor. Özellikle de sosyal hassasiyeti olan aileleri analiz etmekte oldukça zorlanıyoruz.
Çünkü Allah;
Ergen çocukları ‘adam’ yerine koyuyor da bazı anneler babalar ve büyükler kendi çocuklarına, torunlarına karşı bundan çekinebiliyorlar.
Bunun için diyoruz ki;
Acaba hangi anne eve kap kacak alırken on üç yaşındaki çocuğuna danışıyor…
Kaç baba, işini büyütürken, yatırım yaparken on beş yaşındaki oğlunun fikrini soruyor…
Anneler babalar;
Allah’ın ‘adam’ yerine koyduğu ergenliğe girmiş çocuklarına, “efendi oğlum” ya da “hanım kızım” şeklinde bir hitap tarzı ile seslenebiliyorlar mı…
İşte;
Öğretmenler ve ebeveynler olarak kendi ailemizin insanlarına ‘değer’ vermeyi beceremezsek; yabancı yetişkinlere ya da çocuklarına değer vermekte zorlanabiliriz.
Öncelikle, iki yakamızı toparlayıp dışarıya öyle çıkmalıyız.
Daha ne bekliyoruz, ne zamana kadar çocuklarımıza karşı yapmakta olduğumuz hatalarımızda direneceğiz…