Gıdaların genetiğiyle mi oynandı yoksa yeni neslin genetiğiyle mi oynandı bilmem ama anne babaların, çocuk eğitiminin genetiğiyle oynadığı bir gerçek.
Eskiden çocuklarını doğal yollarla (anne sütü, ev yapımı yoğurt, tere yağı…) beslemeye çalışan anne babalar, günümüzde ise çocuklarını hazır gıdalarla (hazır mama, hazır çorba, hazır yoğurt, çikolata, cips, kola…) beslemeye çalışmaktadırlar. Her şeyleri “hazır” olacak olan bu çocukların doğumları da hazır olacaktır.
Doktor tarafından anne adayına “Ağır kaldırmayacaksın.” deniyor, o da bunu en küçük bir iş yapılmayacak diye algılıyor ve her şeyi ayağına bekliyor. Sonuçta anne adayı hareketsiz kalınca ister istemez doğum da zor olacaktır. Doğumun zorluğundan korkan anne adayı, normal doğum yerine farklı bir seçeneği düşünecektir.
Anne ile çocuk arasındaki duyusal bağları güçlendirecek normal doğum yerine, bugün birçok anne tarafından, sıkıntısız olmasından dolayı sezaryen tercih edilmektedir. Oysa normal doğumun hem anne için hem de çocuk için birçok faydası olduğu doktorlar tarafından ifade edilmektedir.
Normal doğum yerine sezaryenle hiçbir emek harcamadan dünyaya gelen çocukların beslenmeleri de anneyi emerek (ekmek için mücadele) değil de biberonla (hazıra alıştırma ve hazır mama) yapılınca, bu durum çocukların fiziksel gelişimlerinin yanı sıra kişilik gelişimleri açısından da bazı sıkıntıları beraberinde getirecektir.
Evet, birçok anne değişik mazeretler aldı altında, bebeğini, emme davranıştan mahrum bırakmaktadır. Anne ile çocuk arasındaki sevgi bağlarını güçlendirecek anne sütü yerine, daha çocuk doğar doğmaz biberon ve yalancı emzikle tanıştırılıyor.
Çocuğu hazırcılığa alıştırmak biberonla başlıyor. Çünkü çocuk biberonla beslenirken emek harcamıyor. Biberonla beslenmek eskilerin tabiriyle “Armut piş, ağzıma düş!” oluyor. Anneyi emmek, başlangıçta çocuklar için çok zordur ve emek gerektirir.
Oysa emmek, bebeklerin birçok duygusal ihtiyaçlarını (bedensel temasa bağlı olarak sevgi bağı oluşturma) karşılamaktadır.
Zekâ gelişimlerinin yanı sıra çene kaslarının gelişmesi, damak yapısının düzgün olması, diş ve gaz çıkarma gibi birçok faydası vardır. Anneyi emmenin birçok ruhsal ve sağlık faydasını bir yana bıraksak da çocuk emme davranışıyla, ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmektedir.
Hayatı öğrenmeyi ve hayatla mücadeleyi birçok çocuk biberon yüzünden öğrenememektedir. Hazırcılığa alıştırma sadece biberonla beslemekle de kalımıyor.
Birçok çocuk bebeklikten çıkıp kocaman olmalarına rağmen yemeğini kendisi yemiyor ya da yiyemiyor. Karnını iyice doyuramaz ya da üst başını kirletir diye eline kaşık verilmeyen bu çocuklar, dökmeden yemesini de öğrenemeyeceklerdir.
Yemekleri anne babaları tarafından yedirilen bu çocuklar, kendilerine güvenmedikleri için de kendi kararlarını veremeyeceklerdir. Bu yüzden, çocuğun, ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmesinin önüne bir kez daha geçilmiş olacaktır.
Kendi yemeğini yiyemeyen, üstünü giyemeyen, okul çantasını anne babasına taşıtan çocukların hallerini gördükçe ve bir eğitimci olarak bu çocuklara üzülürken kendimi de şanslı olarak hissediyorum.
Köyde büyüyenler bilir. Bağ bahçe zamanında genelde herkes bağ bahçeye gittiğinden evde kimse olmaz. Bizler de okul zamanında öğle tatilinde yemek için eve geldiğimizde yemeğimizi kendimiz hazırlardık. Günümüzdeki ocaklar gibi ocağımız otomatik değildi.
Ocağı çakmakla yakar çayı ocağa koyardık. Çayla birlikte sofraya koyduğumuz zeytin, peynir, yoğurt ve kümesten getirip yağda pişirdiğimiz yumurtaları da yer, okula tekrar geri dönerdik.
İkindi vakti okuldan geldiğimizde, rahmetli anneme nazlanmak adına acıktığımızı söylediğimizde; “Oğlum! Mutfağı sırtımda bahçeye götürmedim. Canın ne çektiyse alıp yeseydin.” diyerek mutfağı bana bırakan annem, bugünün annelerine sanki bir mesaj yollar gibiydi.
Çocuğun mutfağa girmesini mutfağı karıştırmak olarak algılayan günümüzün titiz anneleri, bırakın mutfakta bir şey hazırlamaları için çocuklara müsaade etmeği, sen git dersine çalış diyerek de mutfağa çocuklar sokulmamaktadır.
Bugün üniversite okuyan birçok öğrenci yemek yapmasını, lise öğrencisi de çay yapmasını bilmemektedir.
Çocukları hazırcılığa alıştırma konusunda, yürümeyi öğrenirken de devam ettik. Çocuklar doğru dürüst emekleme davranışını kazanmadan, bu sefer de düşmeden yürümeyi öğrenmeleri için onları örümceklere bindirdik.
Yürümeyi örümceklerde öğrenen çocuklar, yolları düşe kalka yürümek yerine, ya ana kucaklarında ya da çocuk arabalarında geçmektedirler.
Yürürken de kendi başına yürümek isteyip elimizden tutmak istemeyen çocuklara da düşer diye her şeye rağmen izin vermedik. Başka bir ifadeyle, düştükten sonra kalkma davranışını öğrenmemeleri için elimizden geleni fazlasıyla yaptık.
Bir gün baba ile oğlu kırlarda gezerken kelebeklerin kozadan çıkışlarına şahit olurlar. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşan çocuk, babasıyla birlikte kelebeğin kozadan çıkışını seyretmeye başlar.
Çocuk, kelebeklerin kozadan sıkıntı ve emek harcayarak çıktıklarını ve ardından da hemen uçtuklarını görür. Çocuk bu ya; kelebeklerin kozadan çıkarken çırpınmalarına ve sıkıntı çekmelerine acır. Bizim, çocuklara iyilik olsun düşüncesiyle yaptıklarımızı çocuk da kelebeklere iyilik olsun diye yapar.
Elindeki değnekle onların yollarını açar. Hatta ağlarının önünü de açarak kelebeklerin kolayca kozadan çıkmalarını sağlar. Çocuk, kozadan kolayca çıkan kelebeklerin, havada uçmaya başlamalarının ardından 2-3 saniye sonra düşerek öldüklerini görür.
Çocuk, garibine giden bu durumu öğrenmek için babasına sorar. Baba da oğluna şöyle cevap verir: “Kelebekler, uzun ve yorucu bir mücadeleden sonra kendi çabalarıyla kozadan çıkarlar. Bunun nedeni, Allah, onların uçmalarını sağlayacak kanat ve bacak kaslarının gelişmesi için bu evreyi yaratmıştır.
Kozadan kanat ve bacak kaslarını güçlendirerek çıkan kelebekler uçmayı da kolayca öğrenmektedirler. Oysa senin onlara iyilik adına yapmış olduğun şey, onların sonu oluyor. Senin yardım ettiğin kelebekler, bacak ve kanat kaslarını geliştiremedikleri için, yani sana göre bu sıkıntılı evreyi yaşamadıkları için uçamadan ölmektedir.”
Düşmek bana çocukluğumda çok şey hatırlatır: Bisikletten düştük, eşekten düştük, ağaçtan düştük, merdivenden düştük, dereye düştük, oyun oynarken düştük ve en önemlisi bu hayat oyununda kalkıp tekrar oyuna devam edebilmek için düştük. Düştük çünkü toprağa düşen tohum gibi yeniden dirilmek için düştük.
Bu anlamda düşmek (yerinde ve zamanında) demek, tekrar ayağa kalkabilmeyi ve tek başına da olsa yoluna devam edebilmeyi öğrenebilmek demektir.
Almanya I. Dünya Savaşı’nda, Japonya ise II. Dünya Savaşı’nda ekonomileri büyük yara almalarına rağmen bugün ekonomik olarak adlarından söz ettiriyorlarsa düştükten sonra kalkmasını öğrendikleri içindir.
Bugün çocuklara, düştükten sonra da kalkmasını öğretmiş olsaydık çocukların ne sınavlarını ne de işlerini düşünür olurduk. Çocukları o kadar düşündük ki onların düşünmelerine bile gerek bırakmadık.
Çocukları o kadar düşündük ki dün tek başına yürüyemez diye yürümesine yardım ettiğimiz çocuğun, bugün de tek başına yiyemez diye yemek yemesine yardım ediyoruz. Okulda ödevlerine, lise ve üniversitede tercihlerine, sonra iş bulmalarına ve evlenmelerine, en sonunda da boşanmalarına yardım ediyoruz.
Sonuç olarak; yardım etmek niyetiyle yaptığımız birçok işte çocuklara kötülük yapıyoruz. Sonrasında da kendi ayakları üzerinde duramayıp kendi kararlarını veremeyen çocuklara “Kocaman oldun hala bensiz bir iş yapamıyorsun!” sitemini yapıyoruz.
M. Emin Karabacak
———