Değerli okurlarım,Asistanım Emre Pekçetinkaya bir anısını yazdı; ilgilenip beğeneceğinizi umduğum bu yazıyı izniyle aşağıda paylaşıyorum.
***
Okulların açılmasına az bir zaman vardı. Lise ikinci sınıfa geçecektim. O yıllarda yaz aylarını çanta imalatı yapan babama yardım ederek geçiriyordum. Babam dönemine göre her çeşit çantanın imalatını yapardı ve o yazı okul çantası yaparak geçirmiştik. Çantaların büyük kısmını toptan olarak elimizden çıkardık; kalanları pazarda satmaya karar verdik.
Olabildiğince iyi bir yerden tezgâh tutmak için erken saatte uyanıp pazar yerine gittik. Tezgâhları kiraladıktan sonra çantaları kolilerden çıkarıp dizmeye başladık. Biraz sonra hemen yanımızdaki kiralık iki tezgâh da müşterisini buldu. Otuz beş yaşlarında bir baba ve on yaşlarındaki oğlu ceviz satacaklardı. Selamlaştık. Sonrasında ceviz çuvallarını arabadan indirmeye başladılar. Yan tezgâha bir cevizcinin gelmesi hoşuma gitmişti. Çuvallar boşaltılırken duyulan tıkırtılar ve tezgâha dağılan cevizlerin bereketli görüntüsü insana tatlı bir his veriyordu. O anda bu ceviz işi, bizim çanta satıcılığından daha keyifli bir iş olarak görünmüştü gözüme.
Bizim tezgâhla ilgilenirken gözüm gayri ihtiyari olarak yan tezgâha kayıyordu. Müşteri istediği miktarı söylüyor, adam elindeki küreği ceviz yığınına daldırıyor, kulağa hoş gelen o tıkırtılar yükseliyor, poşet doluyor, tartılıyor, parası ödeniyordu. İmrendirici görünüyordu. Bunun benim için birkaç sebebi vardı; İlki, hemen herkes ceviz sevdiği için bizim yaptığımız işe göre hedef kitlesi çok daha genişti, bu yüzden yoldan her geçenin az ya da çok ilgisini çekiyordu. İkincisi, madeni paralarla fazlaca haşır neşir olmayı gerektiren bir işti. Madeni paralar çalışma ve kazanmanın duygusunu bana daha çok hissettiriyordu. Üçüncüsü ise tartı kullanmak eğlenceli görünüyordu. Çünkü müşterinin istediği miktarı kürekle poşete tam ölçüsünde doldurmaya çalışarak kimseye belli etmeden bir tahmin oyunu oynayabilirdiniz. Böylelikle eğlenerek çalışmış olurdunuz.
Ceviz tezgâhına gelen müşteriler de bizim tezgâha gelen müşteriler gibi bazı kategorilere ayrılıyordu. Ceviz için gelen müşterilerden çoğu tezgâha yanaştıklarında kararlarını vermiş oluyorlar ve ne kadar almak istediklerini satıcıya söylüyorlardı. Bu kişiler daha çok yanlarında küçük çocukları olan annelerdi. Yaşları nispeten daha büyük olan amca ve teyzeler ise, zannediyorum ki yaşlarından aldıkları bir özgüvenle, cevizlerin birkaçını elleriyle kırdıktan sonra çoğunlukla almaktan vazgeçerek tezgâhın başından ayrılıyorlardı. Yine yaşları ilerlemiş az sayıdaki bazı kişiler ise yürürken bir an tezgâhın önünde duraksıyor, yüzlerinde şüpheci bir ifadeyle ellerine aldıkları iri bir cevizi bir aşağı bir yukarı şöyle bir tarttıktan sonra – ağırlıklarını beğenmemiş olacaklar ki – tekrar tezgâha bırakıp yollarına devam ediyorlardı.
Cevizleri yoklayıp birkaç soru sorduktan sonra almadan giden bir müşterinin ardından satıcı adam sinirlenerek tezgâhın altında duran ağzı açık bir torbayı kaldırdı, bana doğru yaklaşıp gösterdi. “İyisi de var ama buradakilere uymaz!” gibi bir söz söyledi. Sonra torbayı aldığı yere geri koydu. Gerçekten de o torbadaki cevizlerin rengi hatta sesi bile farklıydı. Kaliteli oldukları çok belliydi ama nedense satmak için tezgâha koymuyordu.
Ceviz tezgâhındaki süregiden hareketleri kanıksadığım için öğleden sonra ilgim azaldı ve izlemeyi bıraktım. Bizim tezgâh da gitgide yoğunlaşıyordu. Akşamüstüne doğru bir müşteriyle ilgilendiğim sırada gözüm birkaç saniyeliğine yine ceviz tezgâhına takıldı. Ellili yaşlarında görünen bir adam tezgâhın önüne geldi, alıp almamakta kararsız görünüyordu. Satıcı adam “kıralım bir bak istersen” diyerek tezgâhtan bir ceviz aldı. Eliyle rahatlıkla kırabilecekken müşterinin görüş açısından çıkacak şekilde tezgâhın arkasına eğildi, elindeki cevizi hızlı bir hareketle daha önce bana gösterdiği torbadaki kaliteli cevizle değiştirdikten sonra kaldırım taşının üzerinde kırıp müşteriye verdi. Bunu öyle bir hızla yaptı ki, ilk defa yapmadığına hemen emin oldum. Cevizin içinin dolgun ve taze olduğunu gören müşteri almaya karar verdi.
Müşteri ve satıcı arasında belki bir buçuk – iki metrelik mesafe vardı. Benim olduğum yerden satıcıyı da müşteriyi de büsbütün görebiliyordum. Dört metre karelik bir alan içinde aldatan ve aldatılanı böyle açık seçik görmek, güven istismarına ve emek hırsızlığına şahit olmak ürkütücü gelmişti ve öfkelendirmişti. Satılmak için tezgâha konmayan o küçük torbadaki kaliteli cevizler bir anda anlamını buldu.
Üzerinden yaklaşık on yıl geçen bu olay sık sık aklıma gelir. Muhtemelen tekrarlanan bu çirkin olayı gören tek kişi olarak yapabileceğim bir şey var mıydı? Evet, muhakkak vardı…
Şimdi etrafıma bakınca o satıcıya çok çeşitli tepkiler verecek insanlar görüyorum. Bir uçta satıcı adamla kavga etmeye varabilecek olanlar varken, diğer uçta yaptığına gülüp onun kurnazlığını ve zekasını övecek olanlar var. Cevizcinin içinden geldiği bir hikaye olduğu gibi, ona her iki şekilde tepki verecek insanların da birer hikayesi, bu hikayeden gelen olayı anlamlandırma biçimleri var. Ceviz satan adama hissettiğim duygu öfkeydi. Fakat öfkemi nasıl yöneteceğimi, bu duyguyu o ortamda yararlı bir eyleme nasıl dönüştüreceğimi bilmiyordum. İçinden geldiğim hikâyede böyle bir olaya gülmeyi değil öfke duymayı öğrenmiştim. Bu güzel görünüyor. Fakat inandıklarım için çabalamayı, komşu tezgâha gelen bir müşterinin hakkını korumak için “Bir dakika beyefendi, bu yaptığınız doğru değil!” diyebilme becerisini, daha da önemlisi gücünü gösterebilmeyi öğrenmemiştim.
Evet gerçekten de 16 yaşındaki bir gencin o ortamda böyle bir olaya müdahalesi kolay olmayabilir. Ama daha çok üzerinde durmak istediğim nokta, içinden geldiğim hikâyenin bu gücü ve beceriyi 30 yaşına gelmiş olsam bile bana verememiş olacağı gerçeği… Sanırım bu noktadan sonrasını yani hikâyenin geri kalan kısmını da benim tamamlamam gerekiyor…
***
Evet, düşündüren bir öykü. Size düşündürdüklerini merak ediyorum. Cevizciyi yerip geçmek kolay. Onun da annesi, babası vardı. Cevizci de okula gitti, öğretmenleri vardı. Ve o ana babaların, öğretmenlerin de anneleri, babaları ve öğretmenleri bizim toplumun insanlarıydı. Her birinin bir hikayesi var. Sizce aksayan ne?