Maddenin kimyasını mı, arabanın saatte yaptığı hızı mı, mayoz mitoz bölünmeyi mi, şiirin şekil özelliklerini mi ya da insan geni ile hayvan genini birleştirip yeni bir yaratık ortaya çıkarmayı mı?
Önce bunları mı öğretmeliyiz?
Bunlar mı temel ihtiyacımız?
İnsanın gayesi ne?
Daha uzun yaşamak mı, daha güçlü olmak mı, daha çok sahip olmak mı?
Yoksa, yoksa insan olmak mı?
İnsan, insan mı doğar, sonra mı insan olur?
İnsan zengin doğar da insan mutlu ve huzurlu doğar mı?
Sonradan kazanılan ne?
Her şeyin mükemmeline, en iyisine, en fazlasına sahip olma hırsıyla yaratılmışların en mükemmeli olduğumuzu unutuyoruz.
İçimizdeki mükemmelliği kör kuyulara atıyoruz, sonra da neden mutsuz olduğumuzu sorguluyoruz.
Maddenin kimyasını keşfediyoruz da kendimizi keşfetmek aklımıza gelmiyor.
En kötüsü de sahip olmaya çalıştıklarımız gibi katılaşıyoruz.
Biz birbirimize hangi gözle bakıyoruz?
Alıyoruz, alıyoruz, alıyoruz; hep almaya çalışıyoruz “VERME”nin erdemini unutarak.
Veren elin alan elden üstün olduğunu unutarak.
Halil İbrahim bereketinin ne demek olduğunu unutarak, verdikçe artanın bizim içimizdeki insan olduğunu unutarak.
Aldığımız zaman güçlendiğimizi sanıyoruz, çünkü güç her şeydir.
Oysa aldıklarımız kumdan kale, her an yerle bir olmaya müsait, hiç aklımıza gelmiyor, ta ki devrilinceye kadar; onlar yıkılınca da biz yıkılıyoruz.
Dünya dönüş hızını ikiye hatta üçe katladı.
Katladı ama bu hız fırtınaları da beraberinde getirdi: 21. yüzyıl bize büyük sarsıntılarla ‘merhaba’ dedi.
Sonra 11 Eylülleri yaşadık, dağın öte yanındaki çamur bize de sıçradı, bizimki de oraya.
İnternetle yatar kalkar olduk, sanal suçlar işledik, küresel ısınma başladı, derken küresel kriz.
Etrafıma bakıyorum, içimden dışıma; kimse mutlu değil. Kumdan yapılarımız dik dursun diye yama yapmaya uğraşıyoruz!
Bütün bunları çocuklarımızla birlikte yaşıyoruz.
Her şey çırılçıplak.
Öyle ya, şimdiki çocuklar çok zeki, bizden çok şey biliyorlar!
Leb’i öğrenmelerine ne gerek, leblebi yiyorlar!
Masal, tekerleme, bilmece.. ne ki bunlar! Recep İvedik izliyorlar!
Ve sonra mı?
Her şeyi görüp anlayamadığı halde anlıyormuş gibi yapan, ruhu örselenen bir nesil yetiştiriyoruz.
Ruhlarından önce beyinlerini beslemenin daha önemli olduğunu düşünüyoruz; çünkü gelecek kaygısı var, kumdan kaleleri fethetmek var, geleceğe yatırım yapmak var.
“Kendini tanı, çevreni tanı”
Ne demek şimdi bunlar? Boş işlerle uğraşma(!)
Benim doktorum iyi teşhis koyar, hastasının yüzüne bakmadan reçete yazar(!) Benim öğretmenim iyi ders anlatır, öğrencisi derdini anlatamaz(!) Benim mimarım lüks evler yapar, iyi satar, yüreğini katmadığı için enkaz altından çocuklarımız çıkar(!) Benim memurum aldığı hediyeye bakar(!)… İşte benim yetiştirdiğim ya da yetiştiremediğim “CİK”lerim.
Doktoru doktorcuktan, öğretmeni öğretmencikten, mimarı mimarcıktan ayıran ne?
İnsanlığı?
Unutuyoruz!
Neyi?
Çocuklarımızı önce insan yapmamız gerektiğini!
Dere akar yolunu bulur, herkes bir meslek sahibi olur; fakat ne zaman insan olunur? Para kazanmaya başladıktan sonra mı? Bundan sonra olsa olsa sadece “CİK” olunur.
İşte çocuklarımıza önce kendini keşfetmeyi, kendine ayna tutmayı öğretirsek, mutlu etmeyi, mutlu olmayı öğretirsek insan olmayı öğretebiliriz.
İlim önce kendini bilmektir.
Aslolan içerde.
Dışarıdaki gölge.
Tabiki gölgeye de serinlemek için ihtiyacımız yok değil.
Sonuç olarak diyorum ki:
Gelecek kaygısından azade güven vermeliyim dört bir yanıma;
Ama önce ben güvenmeliyim kendime ve tohum saçtığım toprağıma.
Derler ki her geçen gün daha kötü insanlık, ölüyor değerler, ruhlar fakirleşiyor.
Umudum var yarından yana.
Hakkımız yok felaket tellalığı yapıp küstürmek insanı insana.
Yüzyıllardır aynı oyun oynanıyor aslında.
Değişen sahnedeki kostümler, birkaç da sandalye masa.
Esiri olunur mu bu sahnenin dekoruna?
Asıl lezzet oyunda!
Oyuncuların rollerindeki paylaşma.
Kim daha samimi oynarsa,
O daha fazla alkış almaz mı ya!
Dekorun, kostümün esiri olmadan rolünün hakkını vermeyi öğretmek.
Bize düşen bu,
Gerisi angarya!
Havva Tozan